İlk yoga kampı. İstanbul’da bu kadar zaman kaldığım bir yazın en sıcak günlerinde uzun ve bilinmez bir yola çıktım. Arabanın arkasında masaj masamız, çantalar, yoga malzemeleri derken Söke’ye vardık erkence. Bade ve Emrecan’ın tüm enerjisiyle heyecanıyla ordan oraya koşturma haline hafif bir sarhoşlukla bakıyordum. Gamze ana ve Cem babanın mutfakta konukevinde hiçbir eksik bırakmamacasına durmaksızın çalışma halleri.
Bahab Evi’ne ilk girdiğim günden beri o tuhaf “ev” hissi mevcut. Şimdi yine Arzu’nun motive etmesiyle 4 eğitmen(?) kamp yapacaktık. Daha ziyade bendeki hissiyat, Bahab evimizdi, birileri ziyarete geliyor gibiydi. İşte bu noktada her şey erimeye, ben kontrolcülüğümü bırakmaya ve akışa inanmaya başladım yeniden. Sıcak günlerin serin rüzgarlarla işlendiği Güllübahçe köyünde birer birer geçti günler ve gelmeye başladı katılımcılar. Her biri biricik, her biri farklı insanlarla yumuşakça başladı kamp. Sabah terasta gündoğumuyla yoga üzerine meditasyonla devam eden gün, kahvaltıda başlayan sohbetlerin Milli Park’ta deniz kenarında coşkuyla sürmesiyle su gibi akıyordu.
Meditasyon ve farklı yoga tarzlarında derslerle dolu dolu ve bir o kadar da boşluklu kampımız şefkati önce kendi içinde bulup da evrene yayacak kadar büyük kahkahalara ev sahipliği yaparken bi yandan da yumuşak geçişlere ve dönüşümlere de alan açıyordu. Yediğimiz her gıdanın lezzetiyle ve doğallıyla bedenimizi okşamak, her an bir köşede tembellik hakkını kullanmak, her an bir sohbette o en şen kahkahayı patlatmak ya da bir köşede sessizce düşüncelere dalmanın rahatlığıyla rüya gibi geçen 4 günün ardından birbirimize bilmeden aldığımız armağanlarla bol sarılmalı ve ağlamalı biçimde yakında görüşeceğimizi bilerek veda ettik.