emek ve gönüllülük kavramlarından bir hak/ haksızlık sorgulamasına ordan da bir duygu fırtınasına doğru giden yolun ortasında bir yerlerden sesleniyorum.
Gün erken başlıyor, kuşlar cilveleşme ve yemek peşinde iken ben de yataktan kalkmanın. Kendime ayırdığım saatler giderek uzuyor ve gün de onunla birlikte esniyor. Yastık ve battaniyelerle kendime yarattığım tahtvari meditasyon alanından kalkıp hemen bahçeye dalıyorum. Toprak canlı, güller kıpkırmızı, biraz ilgi ve dostluk istiyor. Yine geçiyor saatler cıvıldaşan ve tepemdeki mini ormanda dolanan kuşların şarkılarıyla. Gün hala erken, hava artık sıcak neyse ki.
Emek emek düşünülmüş ve yaşam alanı olmuş bahçeye bakıyorum ve tabi kendi yaşama halime de. Gönülden, sevgiyle yaratılmış alanların halinin başkalığını gözlemliyorum ve uzun zamandır bu kadar anbean şahit olmadığıma da üzülüyorum, neyse geçiyor. Kendi yaşama halimdeki zorlamalar, oldurmaya çalışmalar anlamsızlaşıyor, hemen bırakamasam da bir kenarda çay gibi demliyorum.
Haftalardan kaçıncısı ve ne zamandır burdayım bilmesem de o kadar farklı duygulardan geçtim ki baya bir seneler yaşanmış hissi veriyor, sonra yanımdaki domates bebeklerinin yapraklarının minikliğinden anlıyorum ki sadece birkaç hafta olmuş. Bir bitkinin tohumundan çatlayıp da yaprağa, çiçeğe ve meyveye durmasını gözlemlemek ve tüm bu olayların bir diğer bitki ile aynı sürede ve şekilde gerçekleşmediğini fark etmek, çevremdeki binbir çeşit insanın varoluşlarını ve bir şeyleri olduruşlarını kabullenmeyi kolaylaştırıyor.
“Benim gibi” sahiplenmeyen, bağ kurmayan, sorumluluk almayan kimseler benim zihnimin etiketleri altında varlar. Oysa onların bir suçu yok iken ben kendi iç dünyamda ani bir öfkeyle parlayıp elimde ne varsa yakıveriyorum. Fazlaca ciddiye aldığım ve istemsizce kıyaslayıp “benim gibi” olmayışlarla uyumlanamadığımı görüyorum bu aralar. Biraz öfke biraz da burukluk var damağımda, gün esnedikçe de bunu görüp de toprağa bırakacak vakit ve alan açılıyor.
Yaptığım şeyi sahne arkasında tutan “ben” var, bir de o sahne arkasında tuttuğunun görülmesini isteyen “gizli mütevazi” yanım. Verdiği emeğin karşılığını beklemeyen ve gönülden sunan “ben”, kimi zaman emek kelimesinin etimolojisinden habersizce sabırsızca hareket ediyor. Emek, zahmet / acı kökeninden geliyorken yanında sabrı da getirir bana sorarsanız. Gönülden verilenin hesabı sorulmasa da içten içe merak ederim diğerleri ne düşünür diye. Bir takdir, bir gülümseme kadar basit de olsa bir beklenti içine girmiş “ben” bu kez hak/ haksızlık sorgulamasında kaybolur.
“Hakkım değil mi o kadar verdiğim emek karşılğı bir teşekkür duyabilmek senden?”
Hoşgeldin beklentiler ve hak arayışı. Ve işte burda o emek veren ancak sabredemeyen “ben” öfke ile tanışır. Gideceği yönü şaşırmış ok gibi gergin ve tehlikeli. Muhtemelen hedefi saşıracak ve okun ucu saplanacak yumuşak bir yer dahi bulamayacak. Beklentilerimin karşılanmadığı noktada “ben” tekrar kendimi karşıma almış ve okları kendime saplamışımdır. Emeğin sabırla, gönül bağının beklentisini ifade edişle, öfkenin de haksızlık sendromu/ kurban psikolojisi ile bir bağı olmalı.
Birkaç gündür çeşitli telefonlaşmalar, bahçeye bakmalar, meditasyonlar, rüyalar ve bedenin söylediklerinden geldiğim yer böyle bir plato. Öfke bir duygu ve çok da normal ortaya çıkıyor olması. Mesele onun izini sürebilmek ve yok etmek için değil de ifade alanı bulması için zaman ve ortam tanımak.
Bahçede hiçbir şey almadığı şeyi vermiyor, toprakta eksik olan şey meyveye de dahil olmuyor. Öfke de benim içimde hangi kaynaktan besinini alamıyor ve zehir olarak bünyeme geri geliyorsa o ihtiyacı görmem için belki de yol arkadaşım, hatta rehberim.