Uzun bir yolculuğun başladığını dahi bilmediğim zamanlara dair bir hikaye ile açmak isterim bu seriyi.
Üniversite macerası bitmese de büyük bir defter kapanmış, kafamda soru işaretleriyle birlikte staj yaptığım ofiste ağaç saymaktayım. İdeal bir dünya hayalini besleyen Şehir ve Bölge Planlama ve Peyzaj Mimarlığı eğitiminin nasıl uygulamaya geçirildiğine dair en gerçekçi ortamlardan birindeyim ve ekranda ağaç sayıyorum. Soru işaretleri büyüdükçe oturduğum saatler de uzamaktaydı.
Öğrencilik yaptığım dönemde çalıştığım bir hostelden arkadaşımla karşılaşıyoruz ya da belki mesajlaşıyoruz ve diyor ki, “Yakın bir dostum küçük bir Yoga stüdyosu açacakmış, tanıtım için ücretsiz dersler olacak, gitsene.” Yoga; bana sadece ruhani şeyler çağrıştıran, kaynağını ve içeriğini hiç bilmediğim, hatta biraz ürktüğüm ve öylece oturup bir yerlere gidildiğini, gerçeklikten kopuk sandığım uzak bir dünya. Büyün bu karmaşık düşüncelerim arasında; “Küçük” ve “ücretsiz” bu teklifi cazip ve denemeye değer bulup Moda’da bir apartmana doğru yollandım. St.Joseph’in arka duvarına bakan balkonlu, aydınlık bir apartman dairesinde buldum kendimi. Eski tip kapı kilidi, parke zemin ve sıcaklıkla karşılayan Ayşegül ve Kerem ilk anda gülümsetmişti beni. Binanın mimarisi, içerdeki basitlik ve renkler beni kucaklamıştı.
Bu ilk karşılaşma 2010 yılının sonları ya da 2011 yılının başlarıydı. Ardından gelen 6 ay boyunca her akşam, ağaç saydığım, parke döşediğim ekranı kapadığım anda kendimi metrobüse koşar adım taşıyıp Söğütlüçeşme’den Moda’ya yürüdüm. Bazen çokça hareket ediyorduk, bazen duruyorduk. En fazla 5-6 kişi oluyordu derslerde. Matın üzerinde artistik bir duruş sergilemek değildi konu, matın dışında da hayatına farkındalıkla ve özenle bakabilmenin pratiğiydi. Pek de fikrim olmadan girdiğim alanda yerleşmeye başladım. Belki de bilmemek hali daha yargısız biçimde alabilmeme de fırsat sunmuştu.
Kısa bir süre sonra bu küçük mekana gelenler bir çeşit topluluk gibi hissettirmeye başladı. Üniversitedeki arkadaşlarımla hissettiğim, derslerde anlatılan “bütünlük” ve “ilişkilendirerek tasarlama” ve “birlikte var olma”nın gündelik bir hali Moda’da bir apartman dairesinden hayatlarımıza sızmaya başladı. Derse girip bedenimi çalıştırıyor, sınırlarımı görüp araştıracak fırsatlar yakalıyordum ve kendime, hayattaki eylemlerime dair yeni sorularla çıkıyordum. Eğitmenlerle binlerce yıllık öğretiler üzerine sohbet ettikçe ve Yoga Pratiğinin bedeni araç olarak kullandığını öğrendikçe, bu çalışma basit bir fiziksel pratik olmanın ötesine geçmeye başladı. Nerdeyse her gün buraya sadece fiziksel bir aktivite peşine gelmediğimi fark ettiğimde diyaloglar gelişmeye ve bir noktada staj yaptığım ofisle vedalaşıp yollara düşmeye karar verdim.
Kendi bedenimin doğasıyla karşılaşırken insanın doğasına uyduramadığım şeyleri tasarlayan sistemin parçası olamadım ve bir süre doğal yapı malzemeleri, kırsalda yaşam ve üretim, topluluk olma dinamiklerinin izini sürüp deneyimlemek adına Çanakkale ve civarında gönüllülük yaparak yaşadım. Matım toprak, matım ahşap zemin, matım ayaklarımın altındaki coğrafya oldu. Sabah güneşi selamlamak bostandaki otları temizlemek ya da sıva için kil havuzu doldurmak olabiliyordu. Yaz ayları öyle ya da böyle geçip giderken Yoga pratiğim benle birlikte beni de şekillendirdi, değiştirdi, işledi.
Sonbahar geldiğinde yeniden Moda’daki apartman dairesine dönmüştüm. Her şeyin biraz daha havada olduğu zamanlardı. Hayatımda ne yapacağıma karar vermek için zaman kaybettiğimi düşünmeye başladığımda yolumu aramaya devam etmemi sağlayan insanlar arasında olmayı seçmiştim. Yoga pratiğinin dışındaki alana yayıldığı bu soru işaretli dönem beni ilk üstadım David Cornwell ile uzun ve derin bir yolculuğa sevk etti. Free Yoga Programı ile gönülden açtığı alan sayesinde Yoga ve Meditasyon pratiğini hayatımın ana aksına taşımamı sağladı. Bundan sonrasında geriye kalan benim bu yolda yürümemdi, ya da bazen sadece durmaktı.
Yağmur Kutlar
Temmuz 2022
Bu yazı daha önce Boş Ayna‘da yayınlanmış olup, Ocak 2025’te güncellenmiş versiyonudur.